RÜZGARLARIN ÖTESİNDE: AK KİTAP'IN IŞIĞI (Cilt.2) /
Cem Akyürek
Bu kez söze yazarın yaptığı gibi
başlayalım. Nereden geldi bilinmez, nasıl esti sorulmaz.
Bir önceki değerlendirmemde de
değinmiştim. Yazar Akyürek'i uzun yıllardır tanıyor oluşumdan bağımsız olarak
birkaç kelam etmeye çalışacağım. En azından az çok huyunu suyunu, derdini
bildiğim için, bu yazıda belki muallakta kalan noktaları kendi kafamda o
şekilde tamamlamaya gayret edeceğim. Ben bir kitap eleştirmeni değilim ve bu iş
sayesinde ekmeğimi kuru çorbama kavuşturmuyorum yahut böyle bir iddiam da
olmadı, olmayacak! Değer verdiğim bir dostumun / abimin uzun yıllara yayıp
hayata geçirdiği bu dünyayla ilgili kendimizce birkaç kelam (epey birkaç)
etmeye çalışacağım.
Evet, ilk kitap yaklaşık bir sene
önce bitti ve yeni kitap gelene kadar aylarca kendi kendimize “Neydi bu beyaz
ışık!” diye sorar olmuştuk. Neyse ki merakımız giderildi ve Akyürek'in
yarattığı bu evrenle birlikte birçok cevap yanıtını bulurken, ilk kitap bizi yeni
cevapsız soruların ortasına atarak bir sonraki cildi beklemeye sevk etti. Yeni
bölümde birinci kitaba nazaran çok daha fazla karakter, sürekli türeyen
(okuyucu gözünde) yeni ırklar, keşfedilmemiş onca yeni diyar var. Ve inanır
mısınız asla sıkmıyor, kafa karıştırmıyor aksine okudukça puzzle parçalarını zihninizde
daha kolay oturtuyorsunuz. Kitapla (ya da bütünle) ilgili övgülerim ya da naçizane
eleştirilerimi bu doğrultuda yapmaya çalışacağım zira kendisinden bu
değerlendirme öncesi küçük keys'ler aldım, bu lead'ler ışığında (tamam söz, bir
daha teknik terim yok! Biraz şekil olsun dedim!) eleştirilerimi
acımasızlaştırmayacak, övgülerimi abartmayacağım.
Yazar ilk iki kitabın tamamını yahut
büyük bölümünü tek seferde yazdığı (ilaveler, çıkarmalar dışında) ve sonrasında
yayınevi tarafından belli noktada kesilip iki farklı kitap haline getirildiği
için, ilk kitaptaki eleştirilerim ya da övgülerim benzer oranda bu bölümde de
mevcut. Bu da dediğim gibi hikâyenin (en azından büyük bir bölümünün) tek
seferde yazılmasından kaynaklı. Evet, mevcut karakterler ve sayfalar
ilerlendikçe eklenen yeni dostlarımız (Evet, dostlarımız çünkü hikayedeki
anti-kahramanlar bile bknz: Oroshus, Mor Küreli Büyücü, Buz Ejderhası Adaları
muhafızları (sonradan everilseler de)- bir sebepten antipatik gelmiyor bize çünkü
betimler o kadar iyi ki, empati kurduğumuzda “Yahu, mutlaka vardır bunun da bir
derdi” diyoruz. Bu durum kanaatimce yazarın en büyük başarılarından birisi zira
anti-kahramanları ya da kötü adamları da okuyucuya sevdirebilmek öyle her baba
yiğidin harcı değildir. Bunda mutlaka ilkel çağlardaki hiyerarşik düzenin
yarattığı düzlem sayesinde karşınızdaki en kötü, en acımasız varlığa dahi bir
sebepten (muhtemelen geçmişine yahut ırkına hürmeten) “Efendi” unvanıyla hitap
edilmesi ya da title olarak (evet yine teknik terminoloji!) “Kadim” sıfatı
verilmesi (birazdan Kadim’e uzun uzun değineceğiz!) zaten kafamızda bu
hiyerarşiyle alakalı bir histeri yaratıyor.
Ve yine evet, karakter
betimlemeleri! Geçtiğimiz yazımda da belirtmiştim. Bir önceki seferde yaklaşık
10-15 karakter varken belki kimine göre kolaydı. Takriben 4 senedir hem “Unutulmuş
Diyarlar” hem de “Ejderha Mızrağı” zehirlenmesi yaşayıp, yüzlerce karakter
dehlizinde boğuluyorum. Takdir edersiniz ki fantastik evrendeki birçok karakter
ırkların genel geçer özellikleri sebebiyle benzer nitelikler taşımakta. İsimler
birbirine çok yakın, sadece harf ya da hece farklarıyla ancak birbirinden ayırt
edebileceğimiz şekilde kurgulanan isim, ırk ya da diyarlar belli bir süre sonra
kafa karışıklığına neden olabiliyor. Yeni bölümde ciddi karakter sirkülasyonu
olmasına rağmen ve yine iddia ediyorum ki ve aynı zamanda tarafıma yapılan
istemli tüm bu aşırı dozda fantastik kurgu yüklemesine rağmen (bakınız, upload
demedim!) bu kitaptaki karakterlerin hemen hepsinin bir çırpıda adını söyleyin,
sakalının nereden başladığı, topuzunun nereden toplandığı, cübbesinin hangi
omzunda ne desen işleme olduğunu söyleyeyim. Irkı sorun, fiziki özellikleri, dayanma
gücü, ortalama yaşam ömrü hakkında bilgi vereyim. Haydi sorun, haydi! Neyse, amacımız
sorun yaratmak değil. Evet, (Dört etti) ne diyorduk. Tam da bu noktada
değinmeye çalıştığım bu üstün karakter tahlilleri su götürmez bir yazar
başarısıdır. Bu bölümde de bir önceki kitapta olduğu gibi hikâyeler eşzamanlı
olarak farklı kişiler ya da grupların başından geçenleri bize bölüm bölüm
aktarıyor. Bu yüzden merak duygusu hem doruk noktasında kalıyor ve tam işin en
heyecanlı kısmına geldiğinde, yazar ustaca bir mola vererek bizi diğer
karakterlerin o anda başından geçenlere götürüyor. Evet, bu fantastik kurgu türünün
olmazsa olmazıdır ancak özellikle bu kitapta bu bölümler bir öncekine nazaran görece
daha uzun tutulmuş, başlangıçlarında da o amcamızın yedi ceddiyle ilgili
sıkmayan, tadında ön bilgiler verilmiş ki (kullanmadan yapamıyorum!) bir çeşit
kitap içi spin off durumu da söz konusu. Bununla ilgili bilahare eleştirilerim
de olacak.
İlk kitapta karakterlerin
savaşlar ve sürekli seyir hali dışında genellikle şakalaşmalarına ya da sanki
biraz sabun köpüğü muhabbetlerine şahit olurken, yeni bölümde Tharen'in ailesine
olan sevgi ve sadakatine, (umarım spoiler olmaz) Shales ile Helernsia
arasındaki alevlenen aşka, cücelerin evveliyatında suyla olan imtihanlarına da
tanıklık ediyoruz. Birkaç isim zikretmişken, ben ilk kitaptan beri kullanılan
birçoğu (şayet kendinizi vererek okuyorsanız) akılda kalıcı isim kullanımlarını
da fonetik olarak oldukça sevdim. Arthmesia (ölüp bittiğimiz de bir Black Metal
grubu ismidir!) Arates, Hrycanus, Lineal, Oroshus, Zenal, Anthales, Anthalus.
(Bu son iki isim, bilhassa savaş safları sıklaştığında sürekli karışıyor. Evet,
iddia ediyorum karışıyor! Ancak bu tek harf hatasının yazar değil editör ya da
redaktörün ihmali olduğunu düşünüyorum). Hakeza diyar isimleri yine oldukça
epik ve şık. Edenheria, Terra Alatum, Elanthore, Zevitheria ve Trusborg (filtresiz).
Madem isimlerden söz açıldı, o zaman bir iyi bir kötü şekilde gidelim. Bazı karakterlerin her iki kitapta da sanki
biraz fazla hafif kaldığını düşünüyorum. Hadi Ethroban'ı ikinci kitabın sonuna
doğru daha bir ön planda gördük. Ama bilhassa Arates, Athorian ve hele ki Lineal.
Bu adamlar her iki kitap boyunca sanki okeyde yancı gibi kaldılar. Onlara dair
de hikâyeler duymak istedim. Elbette var ama sanki çok “Hah! İşte onu da yaptım,
eksik kalmadı.” havasında. Belki sonraki bölümlere saklandıysa bu da sadece bu
kitaplık bir eleştiri olur ve o zaman bir sonraki kitapta kendini imha eder.
Bir önceki yazımda da
belirtmiştim. Ben bir fantastik kurguda daha çok savaş istiyorum, daha çok o
Akyürek'in her defasında müthiş tasvir ettiği şekliyle kılıçların
çarpışmasından yayılan kıvılcımları okurken yaşamak istiyorum. İkinci kitap bitecekti
neredeyse ama ortada savaş yoktu. Neyse ki ortalık sonlarda şenlendi. Yine
savaşlarla ilgili bir diğer (belki en büyük) eleştirim çabucak oldu bitti ye
gelmesi ve kitaplar genelinde çok başarılı bulduğum karakterlere odaklı zaman
mefhumunun, savaş süresince aynı şekilde tüm karakterlere yedirilememesi. İlk
kitap yazısında değindiğim üzere, dış sesimiz / anlatıcımız Shales. İlk kitabın
büyük çoğunluğunda ise asıl adam Shales'in kuzeni elf komutan Hrycanus idi ancak
Anthalus ilk kitabın sonları ve yeni bölümün ortalarına kadar ciddi anlamda
Hrycanus'tan rol çaldı. Bu vesile ile esas adam oldu. Dolayısıyla da benim de
adamım oldu. Bu bağlamda hikâyenin başrolleri elbette çok daha fazla yer
kaplayacak, asıl anlam sarmalındaki taşları yerine koyacaktır. Ama bu takdirde
de kendinizi “Ali, Ahmet'ten kurtulurken, Veli nasıl oldu da Mustafa'yı yendi”
düşüncesinden alamıyorsunuz. Tüm buna rağmen, savaşla ilgili olan bölümlerin
kusursuza yakın kurgulandığını ve bilhassa o bölümleri okurken, ben gibi orta
yaş üzeri bir bireyseniz, prostat başlangıcı riskine rağmen, ciddi anlamda yerinizden
kalkmayıp, bölümü bitirene kadar sizi ihtiyacınızı gidermeye göndermediğini
söyleyebilirim.
Madem savaş, yine bir başka
eleştirim de genel geçer büyü olgusu. İlk kitap kritiğimde de söz etmiştim. Bir
başka deyişle aslında bu yazıdaki eleştirilerimin tamamını, zaten bir önceki
yazımda belirtmiştim. Hikâye bütünü tümleşik yazıldığı için yinelemek
istemiyorum ama her beladan her musibetten kolayca büyüyle sıyrılma durumu, en
tam da “Hah bakalım şimdi nasıl kurtulacaklar.” diye merakın doruk yaptığı
noktalarda sayfayı çevirdiğinizde yine büyü sözleri okunmasını sevmedim, sevemeyeceğim.
Akla yatkın ya da değil, başka manevralar mutlaka olmalı. Sonuçta bu bir
fantastik kurgu ve neden sonuç ilişkisi bizi ikna edebildiği sürece başarılıdır.
Somutluk aranmaz. Farklı yöntemlerle, gerekirse zayiat da verilerek yollar
izlense, ben şahsen daha çok keyif alırdım. Ve evet zayiat konusu. Bu kadar
büyük savaşlarda hiç mi iyilere bir şey olmaz? Elbette empati kurduğumuzda
onlara bir şey olmasın istiyoruz ancak hafızamı zorladığımda yeni bölümde Terra
Alatum kralı dışında dişe dokunur bir kaybımız yok. Var olanlar ya da ramak
kalanlar da nasılsa büyüyle kendine geliyor. Büyüden ve insan, elf, yarı elf tüm
ırklar üzerindeki bu muktedir etkisinden bu kadar söz etmişken, bir önceki
yazımda da dilime pelesenk olan “Kadim” sözcüğüyle ilgili iki kelâm etmeden
geçmek olmaz. Geceleri de sayarsanız 74 yaşındayım ve ömrü hayatım boyunca bir
daha bu kelimeyi görmek, işitmek, okumak, telaffuz etmek istemiyorum. Bu
kelimeyle ilgili istihkakımı fazlasıyla doldurdum. Evet, fantastik bir evrende
ya da post-apokaliptik bir düzlemde tabiri caizse oldukça racon bir kelime.
Bazı yerlerde gerçekten cuk da oturuyor ama bu büyü olayı ve her metrekareye
düşen büyücü sayısı, kadim kelimesi ve “Her nereden geldiyse, her nasıl olduysa”
tarzı muğlak ön bilgiler heyecan dozunu anlık da olsa gözümde sekteye uğrattı.
Yine okumayanlar için spoiler
vermemeye çalışarak toparlayalım. Kitabın takriben son 10 sayfası kala hasbelkader
tahmin ettiğim Oroshus'un akıbeti ve kapanış sekansı, bir sonraki bölümü iple
çekmem için yeter de artar kalifiyede kurgulanmış. Akyürek şüphesiz ki tüm
karakterleri, onları hissederek, severek ve dahası onlara inanarak betimlemiş.
Diğer altyapıyı ve ırkları, şehirleri, diyarları ve tüm diğer ütopik düzlemi
buna göre inşa etmiş. Algı kapılarımızın hep açık olmasını sağlamaya çalışmış.
Genel itibariyle Rüzgârların Ötesinde serisi, kesinlikle Türk Edebiyatı ya da
daha tikel bakacak olursak fantastik kurgu türü için müthiş cesur ve özgün bir
adım. Eminim ki bu seriyi okuyup idrak ederek nice yazarlar türeyecek, nice
yazarlar büyülü(!) metinlerini toz tutmuş sandıklarından çıkartıp, insanlarla
paylaşma cesaretine erişecektir. Bütünde bir ila iki hafta devam eden okuma
sürecinde verdiği keyfin yanı sıra, senelerdir sağda solda yazan, yazdıkları
okunmayan, okunmadıkça yazmaya ve okumaya küsmeyen ama paylaşmayan birisi
olarak bana verdiği bu şevk için sevgili Akyürek'e ayrıca teşekkür ediyorum.
Murat Gökbulut
12/02/2020