6 Mart 2020 Cuma

RÜZGARLARIN ÖTESİNDE - AK KİTAP'IN IŞIĞI - KİTAP YORUMU - MURAT GÖKBULUT

RÜZGARLARIN ÖTESİNDE: AK KİTAP'IN IŞIĞI (Cilt.2) / Cem Akyürek 


Bu kez söze yazarın yaptığı gibi başlayalım. Nereden geldi bilinmez, nasıl esti sorulmaz.

Bir önceki değerlendirmemde de değinmiştim. Yazar Akyürek'i uzun yıllardır tanıyor oluşumdan bağımsız olarak birkaç kelam etmeye çalışacağım. En azından az çok huyunu suyunu, derdini bildiğim için, bu yazıda belki muallakta kalan noktaları kendi kafamda o şekilde tamamlamaya gayret edeceğim. Ben bir kitap eleştirmeni değilim ve bu iş sayesinde ekmeğimi kuru çorbama kavuşturmuyorum yahut böyle bir iddiam da olmadı, olmayacak! Değer verdiğim bir dostumun / abimin uzun yıllara yayıp hayata geçirdiği bu dünyayla ilgili kendimizce birkaç kelam (epey birkaç) etmeye çalışacağım.

Evet, ilk kitap yaklaşık bir sene önce bitti ve yeni kitap gelene kadar aylarca kendi kendimize “Neydi bu beyaz ışık!” diye sorar olmuştuk. Neyse ki merakımız giderildi ve Akyürek'in yarattığı bu evrenle birlikte birçok cevap yanıtını bulurken, ilk kitap bizi yeni cevapsız soruların ortasına atarak bir sonraki cildi beklemeye sevk etti. Yeni bölümde birinci kitaba nazaran çok daha fazla karakter, sürekli türeyen (okuyucu gözünde) yeni ırklar, keşfedilmemiş onca yeni diyar var. Ve inanır mısınız asla sıkmıyor, kafa karıştırmıyor aksine okudukça puzzle parçalarını zihninizde daha kolay oturtuyorsunuz. Kitapla (ya da bütünle) ilgili övgülerim ya da naçizane eleştirilerimi bu doğrultuda yapmaya çalışacağım zira kendisinden bu değerlendirme öncesi küçük keys'ler aldım, bu lead'ler ışığında (tamam söz, bir daha teknik terim yok! Biraz şekil olsun dedim!) eleştirilerimi acımasızlaştırmayacak, övgülerimi abartmayacağım.

Yazar ilk iki kitabın tamamını yahut büyük bölümünü tek seferde yazdığı (ilaveler, çıkarmalar dışında) ve sonrasında yayınevi tarafından belli noktada kesilip iki farklı kitap haline getirildiği için, ilk kitaptaki eleştirilerim ya da övgülerim benzer oranda bu bölümde de mevcut. Bu da dediğim gibi hikâyenin (en azından büyük bir bölümünün) tek seferde yazılmasından kaynaklı. Evet, mevcut karakterler ve sayfalar ilerlendikçe eklenen yeni dostlarımız (Evet, dostlarımız çünkü hikayedeki anti-kahramanlar bile bknz: Oroshus, Mor Küreli Büyücü, Buz Ejderhası Adaları muhafızları (sonradan everilseler de)- bir sebepten antipatik gelmiyor bize çünkü betimler o kadar iyi ki, empati kurduğumuzda “Yahu, mutlaka vardır bunun da bir derdi” diyoruz. Bu durum kanaatimce yazarın en büyük başarılarından birisi zira anti-kahramanları ya da kötü adamları da okuyucuya sevdirebilmek öyle her baba yiğidin harcı değildir. Bunda mutlaka ilkel çağlardaki hiyerarşik düzenin yarattığı düzlem sayesinde karşınızdaki en kötü, en acımasız varlığa dahi bir sebepten (muhtemelen geçmişine yahut ırkına hürmeten) “Efendi” unvanıyla hitap edilmesi ya da title olarak (evet yine teknik terminoloji!) “Kadim” sıfatı verilmesi (birazdan Kadim’e uzun uzun değineceğiz!) zaten kafamızda bu hiyerarşiyle alakalı bir histeri yaratıyor.

Ve yine evet, karakter betimlemeleri! Geçtiğimiz yazımda da belirtmiştim. Bir önceki seferde yaklaşık 10-15 karakter varken belki kimine göre kolaydı. Takriben 4 senedir hem “Unutulmuş Diyarlar” hem de “Ejderha Mızrağı” zehirlenmesi yaşayıp, yüzlerce karakter dehlizinde boğuluyorum. Takdir edersiniz ki fantastik evrendeki birçok karakter ırkların genel geçer özellikleri sebebiyle benzer nitelikler taşımakta. İsimler birbirine çok yakın, sadece harf ya da hece farklarıyla ancak birbirinden ayırt edebileceğimiz şekilde kurgulanan isim, ırk ya da diyarlar belli bir süre sonra kafa karışıklığına neden olabiliyor. Yeni bölümde ciddi karakter sirkülasyonu olmasına rağmen ve yine iddia ediyorum ki ve aynı zamanda tarafıma yapılan istemli tüm bu aşırı dozda fantastik kurgu yüklemesine rağmen (bakınız, upload demedim!) bu kitaptaki karakterlerin hemen hepsinin bir çırpıda adını söyleyin, sakalının nereden başladığı, topuzunun nereden toplandığı, cübbesinin hangi omzunda ne desen işleme olduğunu söyleyeyim. Irkı sorun, fiziki özellikleri, dayanma gücü, ortalama yaşam ömrü hakkında bilgi vereyim. Haydi sorun, haydi! Neyse, amacımız sorun yaratmak değil. Evet, (Dört etti) ne diyorduk. Tam da bu noktada değinmeye çalıştığım bu üstün karakter tahlilleri su götürmez bir yazar başarısıdır. Bu bölümde de bir önceki kitapta olduğu gibi hikâyeler eşzamanlı olarak farklı kişiler ya da grupların başından geçenleri bize bölüm bölüm aktarıyor. Bu yüzden merak duygusu hem doruk noktasında kalıyor ve tam işin en heyecanlı kısmına geldiğinde, yazar ustaca bir mola vererek bizi diğer karakterlerin o anda başından geçenlere götürüyor. Evet, bu fantastik kurgu türünün olmazsa olmazıdır ancak özellikle bu kitapta bu bölümler bir öncekine nazaran görece daha uzun tutulmuş, başlangıçlarında da o amcamızın yedi ceddiyle ilgili sıkmayan, tadında ön bilgiler verilmiş ki (kullanmadan yapamıyorum!) bir çeşit kitap içi spin off durumu da söz konusu. Bununla ilgili bilahare eleştirilerim de olacak.

İlk kitapta karakterlerin savaşlar ve sürekli seyir hali dışında genellikle şakalaşmalarına ya da sanki biraz sabun köpüğü muhabbetlerine şahit olurken, yeni bölümde Tharen'in ailesine olan sevgi ve sadakatine, (umarım spoiler olmaz) Shales ile Helernsia arasındaki alevlenen aşka, cücelerin evveliyatında suyla olan imtihanlarına da tanıklık ediyoruz. Birkaç isim zikretmişken, ben ilk kitaptan beri kullanılan birçoğu (şayet kendinizi vererek okuyorsanız) akılda kalıcı isim kullanımlarını da fonetik olarak oldukça sevdim. Arthmesia (ölüp bittiğimiz de bir Black Metal grubu ismidir!) Arates, Hrycanus, Lineal, Oroshus, Zenal, Anthales, Anthalus. (Bu son iki isim, bilhassa savaş safları sıklaştığında sürekli karışıyor. Evet, iddia ediyorum karışıyor! Ancak bu tek harf hatasının yazar değil editör ya da redaktörün ihmali olduğunu düşünüyorum). Hakeza diyar isimleri yine oldukça epik ve şık. Edenheria, Terra Alatum, Elanthore, Zevitheria ve Trusborg (filtresiz).

Madem isimlerden söz açıldı, o zaman bir iyi bir kötü şekilde gidelim. Bazı karakterlerin her iki kitapta da sanki biraz fazla hafif kaldığını düşünüyorum. Hadi Ethroban'ı ikinci kitabın sonuna doğru daha bir ön planda gördük. Ama bilhassa Arates, Athorian ve hele ki Lineal. Bu adamlar her iki kitap boyunca sanki okeyde yancı gibi kaldılar. Onlara dair de hikâyeler duymak istedim. Elbette var ama sanki çok “Hah! İşte onu da yaptım, eksik kalmadı.” havasında. Belki sonraki bölümlere saklandıysa bu da sadece bu kitaplık bir eleştiri olur ve o zaman bir sonraki kitapta kendini imha eder.

Bir önceki yazımda da belirtmiştim. Ben bir fantastik kurguda daha çok savaş istiyorum, daha çok o Akyürek'in her defasında müthiş tasvir ettiği şekliyle kılıçların çarpışmasından yayılan kıvılcımları okurken yaşamak istiyorum. İkinci kitap bitecekti neredeyse ama ortada savaş yoktu. Neyse ki ortalık sonlarda şenlendi. Yine savaşlarla ilgili bir diğer (belki en büyük) eleştirim çabucak oldu bitti ye gelmesi ve kitaplar genelinde çok başarılı bulduğum karakterlere odaklı zaman mefhumunun, savaş süresince aynı şekilde tüm karakterlere yedirilememesi. İlk kitap yazısında değindiğim üzere, dış sesimiz / anlatıcımız Shales. İlk kitabın büyük çoğunluğunda ise asıl adam Shales'in kuzeni elf komutan Hrycanus idi ancak Anthalus ilk kitabın sonları ve yeni bölümün ortalarına kadar ciddi anlamda Hrycanus'tan rol çaldı. Bu vesile ile esas adam oldu. Dolayısıyla da benim de adamım oldu. Bu bağlamda hikâyenin başrolleri elbette çok daha fazla yer kaplayacak, asıl anlam sarmalındaki taşları yerine koyacaktır. Ama bu takdirde de kendinizi “Ali, Ahmet'ten kurtulurken, Veli nasıl oldu da Mustafa'yı yendi” düşüncesinden alamıyorsunuz. Tüm buna rağmen, savaşla ilgili olan bölümlerin kusursuza yakın kurgulandığını ve bilhassa o bölümleri okurken, ben gibi orta yaş üzeri bir bireyseniz, prostat başlangıcı riskine rağmen, ciddi anlamda yerinizden kalkmayıp, bölümü bitirene kadar sizi ihtiyacınızı gidermeye göndermediğini söyleyebilirim.

Madem savaş, yine bir başka eleştirim de genel geçer büyü olgusu. İlk kitap kritiğimde de söz etmiştim. Bir başka deyişle aslında bu yazıdaki eleştirilerimin tamamını, zaten bir önceki yazımda belirtmiştim. Hikâye bütünü tümleşik yazıldığı için yinelemek istemiyorum ama her beladan her musibetten kolayca büyüyle sıyrılma durumu, en tam da “Hah bakalım şimdi nasıl kurtulacaklar.” diye merakın doruk yaptığı noktalarda sayfayı çevirdiğinizde yine büyü sözleri okunmasını sevmedim, sevemeyeceğim. Akla yatkın ya da değil, başka manevralar mutlaka olmalı. Sonuçta bu bir fantastik kurgu ve neden sonuç ilişkisi bizi ikna edebildiği sürece başarılıdır. Somutluk aranmaz. Farklı yöntemlerle, gerekirse zayiat da verilerek yollar izlense, ben şahsen daha çok keyif alırdım. Ve evet zayiat konusu. Bu kadar büyük savaşlarda hiç mi iyilere bir şey olmaz? Elbette empati kurduğumuzda onlara bir şey olmasın istiyoruz ancak hafızamı zorladığımda yeni bölümde Terra Alatum kralı dışında dişe dokunur bir kaybımız yok. Var olanlar ya da ramak kalanlar da nasılsa büyüyle kendine geliyor. Büyüden ve insan, elf, yarı elf tüm ırklar üzerindeki bu muktedir etkisinden bu kadar söz etmişken, bir önceki yazımda da dilime pelesenk olan “Kadim” sözcüğüyle ilgili iki kelâm etmeden geçmek olmaz. Geceleri de sayarsanız 74 yaşındayım ve ömrü hayatım boyunca bir daha bu kelimeyi görmek, işitmek, okumak, telaffuz etmek istemiyorum. Bu kelimeyle ilgili istihkakımı fazlasıyla doldurdum. Evet, fantastik bir evrende ya da post-apokaliptik bir düzlemde tabiri caizse oldukça racon bir kelime. Bazı yerlerde gerçekten cuk da oturuyor ama bu büyü olayı ve her metrekareye düşen büyücü sayısı, kadim kelimesi ve “Her nereden geldiyse, her nasıl olduysa” tarzı muğlak ön bilgiler heyecan dozunu anlık da olsa gözümde sekteye uğrattı.

Yine okumayanlar için spoiler vermemeye çalışarak toparlayalım. Kitabın takriben son 10 sayfası kala hasbelkader tahmin ettiğim Oroshus'un akıbeti ve kapanış sekansı, bir sonraki bölümü iple çekmem için yeter de artar kalifiyede kurgulanmış. Akyürek şüphesiz ki tüm karakterleri, onları hissederek, severek ve dahası onlara inanarak betimlemiş. Diğer altyapıyı ve ırkları, şehirleri, diyarları ve tüm diğer ütopik düzlemi buna göre inşa etmiş. Algı kapılarımızın hep açık olmasını sağlamaya çalışmış. Genel itibariyle Rüzgârların Ötesinde serisi, kesinlikle Türk Edebiyatı ya da daha tikel bakacak olursak fantastik kurgu türü için müthiş cesur ve özgün bir adım. Eminim ki bu seriyi okuyup idrak ederek nice yazarlar türeyecek, nice yazarlar büyülü(!) metinlerini toz tutmuş sandıklarından çıkartıp, insanlarla paylaşma cesaretine erişecektir. Bütünde bir ila iki hafta devam eden okuma sürecinde verdiği keyfin yanı sıra, senelerdir sağda solda yazan, yazdıkları okunmayan, okunmadıkça yazmaya ve okumaya küsmeyen ama paylaşmayan birisi olarak bana verdiği bu şevk için sevgili Akyürek'e ayrıca teşekkür ediyorum.

Murat Gökbulut

12/02/2020



0 yorum:

Yorum Gönder